3 Mart 2011 Perşembe

İMKANSIZIN ŞARKISI - HARUKİ MURAKAMİ

“Sonra bana doğru dönüyor, bana gülümsüyor, başını hafifçe eğiyor, benimle konuşuyor ve dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu. Tıpkı dibi görünen bir pınarda kayıp gidiveren küçücük bir balığın pırıltısını yakalamaya çalışıyormuş gibi.”
“Çünkü birdenbire, belki de en önemlisini unuttuğumu anlıyorum. Kendime soruyorum, acaba bedenimin içinde karanlık bir yer mi var diye, uzak bir bölge, en önemli anılarımın üst üste yığılıp balçığa dönüştüğü bir yer.”
“Düşündükçe içimi derin bir keder kaplıyor. Çünkü o, Naoko beni sevmiyordu.”
“Şimdi düşünüyorum da, o zamanlar pek garip günler yaşadığımı anlıyorum. Tam yaşamın ortalık yerindeyken, her şey ölümün çevresinde dönüyordu.”
“İşte 18. yılım böyle geçti. Güneş doğuyor, sonra batıyordu, bayrak çekiliyor, sonra indiriliyordu. Ve pazarları, ölen arkadaşımın sevgilisiyle buluşuyordum. Ne yapmakta olduğum konusunda da, ne olacağım konusunda da hiçbir fikrim yoktu.”
“Bu çocuk gerçekte, kendi ölçüsünde bir cehennem yaşamaktaydı.”
“Bir davranış örneği gerekir insana, ideal değil.”
“Pek bilemiyorum, bu analiz dünyayı basitleştirmeye mi çabalıyor, yoksa paramparça etmeye mi?”
“O gittikten sonra kanepede uyuyakaldım. Uyumaya niyetim yoktu, ama Naoko’nun orada olmasının verdiği huzurla derin bir uykuya dalmıştım. Kullandığı tabak çanak mutfaktaydı, diş fırçası banyoda ve karyolası odada. Bu odada öyle derin uyudum ki, bedenimde birikmiş olanca yorgunluğu, hücre hücre çıkartıp attım. Ve yarı karanlıkta dans eden kelebekler gördüm rüyamda.”

-Güldürme insanı. Ben böyle olabilecek kadar güçlü değilim ki. Başkalarının beni anlamaması pekala umurumda. Anlaşılmak istediğim insanlar var. Ne var ki, bence başkaların bir dereceye kadar beni anlamamaları kaçınılmaz. Ben onların beni anlamasını sağlamaya uğraşmaktan vazgeçtim.

“Onun yanında, yükseklere çekiliyormuş gibi bir izlenime kapılıyordum.”
“Ve ertesi günün Pazar olduğunu düşününce içime sıkıntı bastı. Bana öyle geliyordu ki, her dört günden biri pazardı.”
“Dışarıda yağmur çiseliyordu ve odam bir akvaryum kadar soğuktu.”

-Seni ilkbahardaki bir ayı kadar severim.
-İlkbahardaki ayı mı? Ne söylemek istiyorsun, ilkbahardaki ayı derken?
-Şöyle ki, ilkbaharda bir çayırda tek başına yürürsün ve karşıdan küçük bir ayının geldiğini görürsün, kadife gibi yumuşacık kürküyle ve küçücük, yuvarlak gözleriyle. Ve sana, birlikte otlarda yuvarlanmayı önerir. Ozaman gün boyu tepenin yamacındaki yoncaların arasında birbirinizin kollarında eğlenir durursunuz. Şirin değil mi?
-Pek şirin.
-İşte ben de seni böyle seviyorum.

“1969 yılı benim için, saplandığım berbat bir bataklık gibiydi.”
“Zaman bile ağır ağor akıyordu, adımlarıma ayak uydurmak ister gibi. Çevremdekiler çoktan yanımdan geçip gitmişlerdi ve ben hep öyle çamurun içinde debelenip duruyordum. Çevremde, dünya baştan başa değişim halindeydi.”
“Sağ ayağımı öne atıyor, solumu kaldırıyor, sonra gene sağımı kaldırıyordum. Nerede olduğumu hiç mi hiç bilmiyordum. Doğru yönde ilerlediğime bile emin değildim. Adım adım ilerlemekle yetiniyordum; çünkü bir yerlere gitmekten başka bir şey yapamazdım.
Yirmi yaşımı doldurdum, sonbahar kışa dönmüştü, ama yaşamımda anlamlı bir değişim olmadı. Hiç zevk almadan üniversiteye gitmeyi, haftada 3 kez çalışmayı, ara sıra Muhteşem Gatsby!yi baştan okumayı ve Pazar günü çamaşırımı yıkamayı ve Naoko’ya yazmayı sürdürüyordum.”
“El sıkıştık. O yeni bir dünyaya doğru yola çıktı, bense kendi bataklığıma döndüm.”
“Ben hep böyleydim işte. Kafam bir şeyle dolu olunca, geri kalan her şeyi unutup giderdim.”
“Perdeleri kapatılmış odamda ilkbahara yoğun bir nefret duymaya başladım. Bu mevsimin bana getirdiklerinden de, yüreğime çöreklenmiş bu dayanılmaz acıdan da nefret ediyordum.”

-Bir bisküvi kutusunun içinde, her tür bisküvi vardır, sevdiklerin de, pek sevmediklerin de, öyle değil mi? Ve insan sevdiğini önce yerse geriye pek sevmedikleri kalır sadece. Ben kötü günler geçirdiğimde hep böyle düşünürüm işte. Şimdi bunu yaparsam, sonrası daha kolay olur, derim kendi kendime. İnan bana, yaşam bir bisküvi kutusu gibidir.

“Sanki böyle yazmakla, akıntıya kapılmış sürüklenen yaşamımın kopuk kopuk parçalarını birbirine bağlıyormuşum gibi geliyordu bana.”
“Yağmur hep öyle, yağmayı sürdürüyordu, bitip tükenmemecesine, sessizce, saçlarımızı ıslatarak, yanaklarımızdan aşağı gözyaşları gibi yuvarlanarak…”
“Ne olursa olsun, umurumda bile değildi zaten. Aradığım tek şey, bilinmedik bir kentte kurşun gibi ağır bir uykuya dalmaktı.”
“Onun öldüğünü ve artık bu dünyada olmadığını hayal etmek bana çok garip geliyordu.”
“Oysa tabuta çakılan çivilerin sesini kulaklarımla duymuştum, ama gene de bir türlü gerçeği kabullenemiyordum, onun hiçliğe döndüğü gerçeğini.”
“Orada ölülerle birlikte yaşıyordum.”
“Enerjim yoktu, bir yere gidebilecek gücüm yoktu ve keder beni karanlıklar gibi kucaklıyordu.”
“Yüreği kadar karanlık ve derin bir ormanda astı kendini. Sen de bir zamanlar benim bir yarımı ölüler dünyasına sürüklemiştin, değil mi Kizuki? Ve şimdi de Naoko, benim bir yarımı ölüler dünyasına götürdü işte. Zaman zaman kendimi bir müze bekçisi olarak görüyorum. Kimsenin gezmediği, kendime sakladığım boş bir müzenin bekçisi.”
“Geri dönen her mevsim beni ölenlerden biraz daha uzaklaştırıyordu. Kizuki hep 17 yaşındaydı, Naoko da 20. Sonsuza dek.”

-Mektuplar kağıttan başka bir şey değil. Yakılsalar bile, yürekte kalması gereken kalır ve yakılmayıp saklansa bile, kalmayan kalmaz.